Habib-i Acemi :
Evliyânın büyüklerinden.
Hz. Hasan-ı Basrî’nin talebesi ve Hz. Dâvûd-i Tâî’nin hocasıdır. Künyesi, Ebû
Muhammed’dir. 120 (m. 739)’da vefât etti. Habîb-i Acemî hazretleri, Hz. Hasan-ı
Basrî, Hz. İbn-i Sîrîn, Hz. Bekir bin Abdullah el Müzenî, Hz. Ebî Temime
el-Huceymî gibi büyüklerden hadîs-i şerîf rivâyet etti. Hz. Süleymân el Teymî,
Hz. Hammad bin Seleme, Hz. Mûtemir bin Süleymân, Hz. Osman bin Heysem gibi
büyükler kendisinden hadîs-i şerîf rivâyet ettiler.
Önceleri çok zengin idi.
Faizle para verirdi. Bir gün hanımı yemek pişirip önüne koydu. Tam yemeği
yiyeceği sırada, kapıya birisi geldi. “Allah rızâsı için bir sadaka” dedi.
Habîb bunun yüzüne kapıyı kapadı. O kimse mahzun olarak gitti. Habîb-i Acemi,
geri sofraya geldiğinde kabın içindeki yemeğin kan hâline dönmüş olduğunu
gördü. O anda kalbinde bir değişiklik hissetti. Yerinde duramadı. Bir Cuma günü
Hz. Hasan-ı Basrî’nin evinin yolunu tuttu. Yolda giderken, oyun oynayan
çocuklar Habîb-i Acemî’yi görünce, birbirlerine “Kaçın kaçın, faiz yiyen Habîb
geliyor. Ayağından kalkan toz bize gelir de, biz de onun gibi bedbaht oluruz!”
dediler. Çocukların bu sözleri kendisine çok ağır geldi. Hasan-ı Basrî
hazretlerinin
meclisine gelip elini öptü.
Allahü teâlânın, sonsuz olan lütfu ve ihsanı ile tövbe-i nasûh eyledi ve onun
talebelerinden oldu. Önceki yaptıklarına çok pişman oldu. Allahü teâlâya şöyle
münâcatta bulundu.
“Yâ Rabbi! Ben çok
günahkârım. Fakat senin mağfiretin sonsuzdur. Beni affet. Senin her şeye gücün
yeter. Kudretin sonsuzdur. Dilediğini yaparsın. Sen öyle büyüksün ki benim
dermanım ancak sendedir. Ben ancak sana sığınırım. Yâ Rabbi! Fermanına boyun
eğdim ve sana teslim oldum. Beni affet!” Oradan ayrılıp evine dönerken
kendisine borcu olanlar onu görüp alacaklarını ister endişesiyle kaçmak
istediler. Bu durumu görünce, “Kaçmayın! Bu gün benim sizden kaçmam lâzımdır”
buyurdu. Yolda giderken yine oyun oynayan çocukların yanından geçiyordu.
Çocuklar kendisini görünce birbirlerine “Kaçın, kaçın! Tövbekar geliyor.
Üzerine bizden toz bulaşmasın. Bulaşırsa Cenâb-ı Hakka âsi oluruz” dediler.
Çocukların
bu sözleri üzerine çok
duygulandı, yüreği sızladı ve “Yâ Rabbi! Bir tövbemle ismimi iyilerden eyledin”
diye şükretti. Habîb-i Acemî (r.a.), şehrin her tarafına tellâllar çıkararak:
“Her kimin Habîb’e borcu varsa, bundan vazgeçti. Aldığı faizleri de geri
dağıtacaktır!” diye ilân ettirdi. Servetinin hepsini fakîrlere dağıttı. Günün
birinde bir kimse geldi. Dağıtacak malı kalmadığından, üzerindeki gömleği gelen
kimseye verdi. Daha sonra Fırat nehrinin kenarında bir kulübe yapıp orada
ibâdetle meşgul oldu. Gündüz Hasan-ı Basrî’nin (r.a.) sohbetinde bulunup, gece
ibâdet ederdi. Hasan-ı Basrî hazretlerinin sözleri kalbine öyle te’sîr ederdi
ki, kendinden geçmiş olarak dinlerdi. Aradan bir müddet geçince, hanımı,
nafakalarının bittiğini, ev için erzak lâzım olduğunu bildirdi. Habîb-i Acemî
(r.a.) bir şey demeyip sustu. Sabahleyin
“Çalışmaya gidiyorum”
diyerek evden çıktı. Kulübesine gidip ibâdetle meşgul oldu. Akşam eve gelince
hanımına:
“Öyle bir zâtın işinde
çalışıyorum ki gayet cömerttir. O zâtın kereminden utandım da bir şey
istiyemedim. On günde bir ücret vereceğini söylüyorlar. On gün sabret On günlük
olunca kendisi verecektir” dedi. Onuncu gün olduğunda, öğle namazını kıldıktan
sonra, “Bu akşam hâtûna ne söyliyeyim” diye düşünüyordu. Tam bu sırada Habîb-i
Acemî’nin hanesine beyaz elbiseli kimseler geldi. Birisinin sırtında un çuvalı,
birisinin sırtında yüzülmüş koyun, birisinin sırtında, içinde yağ-bal baharat
v.b. eşyaların bulunduğu bir tulum ve birisinin elinde, içinde 300 gümüş
bulunan bir kese vardı. Habîb’in hanesinin kapısını çaldılar. Hâtûn kapıyı
araladı. Gelen kimseler ellerindekileri bıraktılar ve “Bunları, efendinizin
çalıştığı yerin sahibi gönderdi. Eğer, Habîb işini arttırırsa biz de ücretini
arttırırız diye söyledi” dediler ve gittiler. Habîb-i Acemî, akşam olunca
mahzun ve mahcûb bir şekilde evine döndü. Daha eve girmeden, içeriden taze
ekmek ve yemek kokuları geldi. Hanımı kendisini karşıladı ve şöyle söyledi:
“Efendi! Kime çalışıyorsan,
hakîkaten o çok iyi bir kimse imiş, ikrâm ve ihsan sahibi bir zatmış. Bu gün
öğle vaktinde şunları göndermiş. Ayrıca (Habîb’e söyle, eğer işini arttırırsa
biz de ücretini arttırırız) diye haber göndermiş.” Bunun üzerine Habîb,
hayretle “Allah
Allah, on gün çalıştım.
Bana bu ihsanlarda bulundu. Demek daha çok çalışırsam kim bilir neler
verecek” dedi ve kendini tamamen Hak
teâlâya ibâdete verdi, ibâdetini arttırdı. Böylece hem Allahü teâlâya ibâdet
ederek, hem de Hasan-ı Basrî hazretlerinin kalblere te’sîr eden sohbetleri ile
yükselerek duâsı makbul olan büyük zâtlardan oldu. Edebi ve anlayışı fevkalâde
olup, ilm-i siyâseti çok iyi bilirdi. Bir gün yaşlı bir kadıncağız ağlayarak
geldi ve “Bir oğlum vardı, kayboldu. Epey zamandır haber yok. Ayrılığına tahammül
edemiyorum. Oğlumu bana göndermesi için Allahü teâlâya duâ ediniz” diye
yalvardı. Habîb-i Acemî, “Hiç paran var mı?” buyurdu. Kadıncağız, “İki gümüşüm
var” dedi. O da, “O parayı fakîrlere ver” buyurdu. O kadın paraları fakîrlere
verdi. Habîb-i Acemî hazretleri, “Evinize gidin, çocuğunuz inşâallah gelir”
buyurdu. Kadıncağız evine dönüp oğlunu eve gelmiş görünce, sevincinden ağladı
ve Allahü teâlâya şükretti. Çocuğunu alıp Habîb-i Acemî’nin yanına götürdü.
Habîb (r.a.) çocuğa,
“Nerede idin? Nasıl geldin?
Anlat” buyurdu. Çocuk: “Kirman ilinde idim. (Ey Rüzgâr! Habîb’in duâsı
hürmetine ve iki gümüş akçenin bereketiyle bu çocuğu kendi evine bırak) diye
bir ses duydum. Rüzgâr beni aldı ve çabucak evimize getirdi” dedi. Ne zaman
yanında Kur’ân-ı kerîm okunsa inliyerek ağlardı. “Sen Acemli’sin. Fârisî
konuşursun. Arabî bilmediğin halde bu ağlaman hangi sebeptendir!” diye
sorduklarında “Evet, lisânım Acemî’dir. Lâkin
kalbim Arabî’dir”
buyururdu. Daha sonra Arabî lisanını öğrendi. Çok fasîh (açık) olarak Arabî konuşurdu.
Kendisi, Terviye günü Basra’da, Arefe günü Arafat’ta görülürdü. Bir gün
dervişlerden biri “Hz. Habîb-i Acemî, Acem olduğu halde, Arabî bilmediği halde
acaba bu çok yüksek mertebeye nasıl kavuştu?” diye kalbiden geçirdi. O anda
hafiften bir ses “Evet O Acemidir. Lâkin Habîb (sevgili) ve âşıktır” diyordu.
Bir kâtil idam edilmişti. O gece kendisini rü’yâda gördüler. Değerli elbiseler
giymiş olarak Cennet bahçelerinde dolaşıyordu. “Sen bu hâle nasıl kavuştun?”
diye sordular. “Ben idam sehpasında iken, Habîb-i Acemî (r.a.) oradan geçti ve
göz ucuyla acıyarak bana baktı ve Allahü teâlâya niyazda bulundu. İşte
kavuştuğum bu ni’metler, o zâtın bir nazarının hürmetine bana ihsan olundu”
dedi. İmâm-ı Şâfi’î ile İmâm-ı Ahmed bin Hanbel oturuyorlardı. O sırada Habîb-i
Acemî hazretleri geldi.
İmâm-ı Ahmed,
“Buna bir suâl sorayım”
dedi. Hz. İmâm-ı Şâfiî, “Bunlar hâl ehli, acâib kimselerdir. Pek
suâl sorulmaz” dedi. Hz.
İmâm-ı Ahmed, “Soracağım” dedi. Habîb gelince, İmâm-ı Ahmed,
“Bir kimse beş vakit
namazdan birini kaçırsa, ama hangisini kılmadığını bilemezse, ne yapmalıdır?”
diye sordu. Habîb (r.a.) “Bu, Allahü teâlâdan gâfil olan bir kalbin işidir. O
kimse kendine ceza olarak beş vaktin hepsini kaza etmelidir” buyurdu. Her iki imâm
bu cevâbdan hayrete düştüler. Bir gün meşhûr Haccâc’ın adamları, Hz. Hasan-ı
Basrî’yi aradılar. Hasan-ı Basrî onlardan gizlenmek için Habîb-i Acemî’nin
Fırat nehri kıyısındaki kulübesine girdi. Haccâc’ın adamları gelip Habîb-i
Acemî’ye
“Ey Habîb! Hasan’ı gördün
mü?” dediler. “Evet” dedi. “Nerede?” dediler. “İşte bu kulübemdedir” dedi.
Hemen içeri girdiler. Aradılar, fakat bulamadılar. Dışarı çıkıp “Bize yalan mı
söylüyorsun? içerde yok” dediler.
“O içerdedir. Siz onu
göremiyorsanız, bunda benim kabahatim nedir?” dedi. Tekrar içeri
girip iyice aradılar. Lâkin
yine bulamayıp gittiler. Onlar gittikten sonra Hasan-ı Basrî (r.a.) dışarı
çıktı.
“Ey Habîb! Biliyorum ki,
senin hürmet ve bereketin için Allahü teâlâ beni onlara göstermedi. Ama niçin
burada olduğumu söyledin?” diye sordu. Habîb-i Acemî “Ey üstadım. Sizi
görememeleri benim hürmetim ile değildir. Belki doğru konuştuğumuzdandır. Eğer
yalan söyleseydim, sizi de bizi de götürürlerdi” dedi. Hasan-ı Basrî (r.a.) “Ne
yaptın da beni göremediler?” diye sordu. O da, “Âyet-el kürsî, Âmener-rasûlü ve
İhlâs sûrelerini okuyup (Yâ Rabbi! Üstadımı sana emânet ediyorum. Onu sen koru)
dedim” dedi. Hasanı Basrî (r.a.) buyuruyor ki, “Ben içerde iken, kaç defa
elleri bana değdi, ama göremediler.”
Habîb-i Acemî hazretlerine
“Allahü teâlânın rızâsı hangi şeydedir?” diye sordular. “İçinde nifak tozu
bulunmayan kalbde” buyurdu. Hasan-ı Basrî (r.a.) Dicle nehri kenarında gemi
bekliyordu. O sırada Hz. Habîb-i Acemî oraya geldi ve “Ne bekliyorsun?” dedi. O
da “Gemiye bineceğim, onu bekliyorum” dedi. Hz. Habîb,
“Gemiye ne hacet, suyun
üzerinden yürüyerek geçiniz” deyince, Hz. Hasan-ı Basrî “Suyun üzerinde gitmeye
sebep gemidir. Biz sebeplere yapışarak hareket ederiz. Onun için gemiyi
bekliyeceğiz” dedi. Habîb-i Acemî:
“Siz, yakîn mertebesine
ulaşmamışsınız” diyerek, su üzerinde yürüyerek karşıya geçti. Derecesi,
kendisinden çok büyük olan Hz. Hasan-ı Basrî ise “Sen de, ilm-ül-yakîn
derecesine kavuşamamışsın” dedi ve geminin gelmesini bekledi. Hz. Habîb, bir
gece elindeki iğneyi düşürdü. Çok karanlık idi. İçerisi birden aydınlanıverdi.
Hemen elleriyle yüzünü kapattı ve
“Hayır! Hayır! Biz
düşürdüğümüz iğneyi çıra ile bulmaktan başka bir şey bilmeyiz.
Fevkalâde hâller istemeyiz”
buyurdu. Habîb-i Acemî’nin (r.a.) evinde bir hizmetçi kadın vardı. 30 sene
evinde bulunduğu halde, bir defa olsun hizmetçisinin yüzünü tam olarak
görmemişti. Bir gün, bir hacet için çıkarken o hizmetçiyi gördü.
“Ey mestûre hanım! Bana
hizmetçimi (cariyemi) çağırır mısın?” dedi. “Sizin hizmetçiniz benim ve 30
senedir evinizdeyim. Beni nasıl bilmezsiniz” dedi. “Ben ömrümde, Allahü
teâlâdan başkasına nazar etme cesaretimi kendimde bulamadım ve seninle
ilgilenemedim” buyurdu. Her an Allahü teâlâyı hatırlar, başka şey düşünmezdi.
Horasanlı bir kimse, Basra’da yerleşmek için, Horasan’daki evini 10 000 dirheme
satıp, hanımı ile beraber Basra’ya geldi. Hacca gidecekti. Basra’da, bu onbin
dirhemi kime emânet edebilirim? diye sordu.
Habîb-i Acemî hazretlerini
gösterdiler. Horasanlı zât Habîb-i Acemî’ye geldi ve şöyle dedi:
“Ben hanımımla beraber
hacca gidiyorum. Bu onbin dirhem ile burada (Basra’da) bir ev almak istiyorum.
Münasip bir ev bulursanız, bu para ile alırsınız.” Horasanlı böyle dedikten
sonra hanımı ile beraber Mekke’ye doğru yoluna devam etti. Bu sırada Basra’da
kıtlık meydana geldi. Habîb-i Acemî (r.a.) dostlarıyla istişare edip, bu
parayla gıda maddesi almaya ve muhtaçlara dağıtmaya karar verdi. Ba’zıları
dediler ki,
“O kimse bu parayı,
kendisine bir ev satın almanız için bırakmıştır.” Buyurdu ki, “Bu parayla
aldığım gıda maddelerini tasadduk ederim sonra, o kimse için, azîz ve celîl
olan Rabbimden, Cennette bir köşk satın alırım. Eğer Horasanlı bu duruma râzı
olursa ne a’lâ, ama râzı olmazsa paralarını geri veririm.” Böylece paraları
muhtaç olanlara yiyecek temin etmekte kullandı. Nihayet, Horasan’lı hacdan
dönüp Habîb-i Acemî’ye (r.a.) geldi. “Ben, onbin dirhemin sahibiyim. O para ile
ev almış iseniz onu istiyorum. Yok almamış iseniz bana paraları iade edin ben
kendim ev alayım” dedi. Habîb-i Acemî hazretleri buyurdu ki, “Sana öyle bir
köşk satın aldım ki, bahçesinde ağaçlar, meyveler, nehirler bulunmaktadır.”
Horasanlı
hanımının yanına döndü ve
“Bizim için, sultanlara mahsus azamette ve güzellikte bir ev satın lmış” dedi. İki-üç gün sonra Habîb-i
Acemî’nin yanına gelip, evi sordu. Habîb-i Acemî hazretleri Horasanlıya,
Basralıların çektikleri yiyecek sıkıntılarını, insanlara hizmet etmenin
fâidelerini, buna mukabil Cennet ni’metlerinin güzelliklerini münâsip bir
lisanla anlattı ve sonra buyurdu ki, “Senin için Rabbimden, Cennette bir köşk
aldım ki, sofaları, nehirleri fevkalâdedir.” Horasanlı bunları dinledikten
sonra tekrar hanımının yanına döndü. Olanları anlattı. Her ikisi de bu duruma
çok sevindiler. Adam, Habîb’in yanına gelip
“Bizim için satın aldığını
kabul ettik. Lâkin bize bunun senedini de yazsanız” dedi. Hz. Habîb,
“Peki” buyurdu ve bir kâtip
istedi. Şöyle yazdırdı. “Bismillahirrahmânirrahîm. Bu, Ebû Muhammed Habîb-i
Acemî’nin, azîz ve celîl olan Rabbinden, şu Horasanlı için satın aldığının
senedidir. Habîb-i Acemî, bu kimse için Rabbinden onbin dirheme Cennette öyle
bir ev satın aldı ki, o evin köşkleri, nehirleri, ağaçları, sofaları ve daha
nice güzel sıfatları vardır. Allahü teâlâ bu güzel evi bu Horasanlıya verecek,
böylece Habîb’i onbin dirhem borçdan kurtaracaktır.” Horasanlı bu yazıyı alıp
hanımının yanına döndü. Böylece kırk gün
daha yaşadı. Nihayet vefât
ânı geldi. Hanımına vasiyet etti. “Beni yıkayıp kefenliyenlere bu yazıyı ver,
kefenime koysunlar.” Adam vefât edince vasiyyeti yerine getirildi ve defn
edildi. Sonra bu kimsenin kabrinin üstünde bir kâğıt buldular. Kâğıtta bulunan
yazılar parlıyordu ve şöyle yazılıydı. “Ebû Muhammed Habîb-i Acemî’nin, Allahü
teâlâdan şu Horasanlı için onbin dirheme satın aldığı köşkün berâtıdır.
Şüphesiz ki Allahü teâlâ, Horasanlıya Habîb’in arzu ettiği köşkü verdi ve
Habîb’i onbin dirhem borçtan kurtardı.” Habîb-i Acemî mektubu alınca, hem
okuyor, hem öpüyor, hem ağlıyor, hem de dostlarının bulunduğu yere doğru
yürüyor ve
“Bu Rabbimden bana
berâttır” diyordu. Hasan-ı Basrî hazretleri, Habîb-i Acemî hazretlerini çok
sever ve ona çok iltifat ederdi. Hattâ ba’zan meclisinde Habîb’in sohbet
etmesini söyler, Habîb de emredildiği için sohbet ederdi. Ba’zı kimseler bu
durumu merak ederler, “Siz burada bulunduğunuz halde, onun sohbet etmesini
istemenizin hikmeti nedir?” diye suâl ederlerdi. Hasan-ı Basrî hazretleri
“Habîb, kalbinden konuşur
ve konuştuğunu insanların kalbine yerleştirir. Ben onun için onu
konuşturuyorum” buyururdu. Habîb-i Acemî hazretleri, çok ibâdet ederdi. Devamlı
tefekkür hâlinde idi. Ba’zan bu halde iken kendinden geçer ve öyle olurdu ki
yanındakiler uyuyor zannederlerdi. Komşularından, İsmâil bin Zekeriyya diyor
ki, “Ben akşam olduğu zaman Habîb’in ağlamasını, sabah uyandığımda yine onun
ağlamasını” duyardım. Hâl böyle devam edince yoksa mâlî bir sıkıntıları mı vardır
diye düşünüp evlerine suâl ettim. Evinden, “O hep ölümü düşünür de onun için
ağlar. Sabah olunca da artık ben akşama ulaşamam
der. Akşam olunca da artık
ben sabaha ulaşamam der, onun için ağlar” dediler. Hanımı Umrete de sâliha bir
hanımefendi idi. Kendisi ile beraber ibâdete devam ederdi. Ba’zan gece yarısı
Habîb’i uyandırır, ibâdet ederlerdi. Habîb-i Acemî Basra çarşısında ticâret
yapar, kazandığını fakîrlere verirdi. Bir defa Sâbit bin Eslem el-Benân
sadakanın fazîletini anlatıyordu. Habîb-i Acemî (r.a.) oraya geldi. Sohbetten
sonra bir kese altın çıkarıp Sâbit hazretlerine verdi ve
“Bunu fakîrlere dağıtın”
dedi. Sâbit çok memnun olup, duâ etti. Az kâra kanâat eder, doğruluğu sebebiyle
herkes tarafından sevilirdi. Allahü teâlâdan nasıl korkmak lâzım ise öyle
korkardı. O’nu nasıl ta’zîm etmek lâzım ise öyle ta’zîm ederdi. Dünyâda ve
dünyâda olan şeylerin hiç
birisinde gözü yoktu. Hep Allahü teâlâyı düşünür, dünyâ zevklerinden uzak
dururdu. Âhıret ticâreti ile meşgul olurdu. Yanına ticâret ehli kimseler
gelirdi. Onlara önce ticâretten, dünyâ işlerinden bahseder, sonra âhıret
bilgilerini anlatırdı. Böylece o kimseler çok istifâde ederlerdi. Bir gün bir
kimse, Habîb-i Acemî hazretlerine gelip
“Sende üçyüz dirhem
alacağım vardır” dedi. Habîb,
“Ben hatırlayamadım.
Nerede, ne zaman borcum oldu?” buyurdu. O kimse, “Ben de bilmiyorum. Fakat
benim sende üçyüz dirhem alacağım vardır” dedi. Habîb, o kimseye,
“Bugün gidin de yarın
gelin” buyurdu. Gece olunca, abdest alıp iki rek’at namaz kıldı ve namazdan
sonra şöyle duâ etti: “Yâ Rabbi! Eğer o kimse doğru söylüyorsa, borcumu ona
ödememde bana yardım et. Şayet yalan söylüyorsa sen bilirsin.” Sabah olunca o
kimsenin, bir tarafının felç olduğunu gördüler. Habîb o kimseye, “Sana ne
oldu?” diye sordu. O kimse,
“Tövbe ettim, tövbe ettim.
Ben sizden alacağım olmadığı halde üçyüz dirhem
istedim. Bunun için bana bu
hastalık geldi. Ben tövbe ettim” dedi. Habîb “Peki niçin böyle yaptın?” dedi. O
kimse “Kendi kendime dedim ki, (Habîb Allahü teâlâdan ve kullardan çok utanır.
Ben bu parayı istersem bana verir).” Habîb-i Acemî merhametinin çokluğundan o
kimseye acıdı ve “Yâ Rabbi! Doğru söylüyorsa ona şifâ ihsan eyle” diye duâ
etti. Allahü teâlâ o kimseye şifâ verdi ve hiç felç olmamış gibi ayağa kalktı.
Bir kimsenin bir ayağında
şiddetli ağrı vardı. Bir meclisde Habîb-i Acemî hazretlerine bu durumunu arz
etti. Habîb, ona oturmasını söyledi. Diğer kimseler kalkıp gittikten sonra
ayağa kalkıp, o kimsenin şifâ bulması için duâ etti ve “Yâ Rabbi! Habîb’in
yüzünü kara çıkarma şifâ ihsan eyle” dedi. O kimsenin ayağında hiç ağrı
kalmadı. Diğer ayağından daha sağlam oldu. Bir defa kapılarına bir fakîr geldi.
O sırada hanımı, hamur yoğurmuştu. Ekmek yapmak için komşudan ateş istemeye
gitmişti. Habîb gelen fakîre,
“Hamuru al” buyurdu o fakîr
hamuru alıp gitti. Habîb’in hanımı gelip hamuru sorunca
“Hamuru ekmek yapmaya
götürdüler” buyurdu. Biraz sonra bir kimse bir sepet dolusu ekmek ve et
getirdi. Habîb’in hanımı ekmek ve eti hazırladı ve “Hamurlar ne çabuk ekmek
oldu?” diye hayretini bildirdi. Hammâd, Habîb-i Acemî hakkında, şâhid olduğu
bir hâdiseyi şöyle anlatıyor:
“Bir kadın gelerek Habîb’e
dedi ki: (Hiç ekmeğimiz yok). O da (Aileniz kaç kişidir?) diye sordu. Kadın
söyledi. Sonra Habîb kalktı abdest aldı. Huzur içinde namaz kıldı. Namaz
bitince (Yâ Rabbi! İnsanlar benim hakkımda hüsn-i zan ediyorlar, güzel
düşünüyorlar. Sen ise benim günahlarımı örtüyorsun. Beni insanların hüsn-i
zanlarına lâyık eyle.) diye duâ etti. Sonra namaz kıldığı hasır seccadeyi
kaldırdığında orada elli dirhemin olduğunu gördüler. Elli dirhemi kadına verdi
ve bana (Ey Hammâd! Bu gördüğün şeyi ben hayatta iken kimseye söyleme) dedi.”
Kıyâmet günü Allahü teâlâ bana “Ey Habîb! Şeytanın vesvesesinden uzak olarak,
bir gün namaz kıldın mı? bir gün oruç tuttun mu? bir rek’ât olsun namaz kıldın
mı? bir tesbih çektin mi?” diye sorarsa
“Evet yâ Rabbi” demeye
gücüm yetmez. “Evet yâ Rabbi.” demeye yüzüm olmaz, böyle bir söz diyemem.
Habîb-i Acemî hazretleri buyurdu ki: “Boş oturmayınız. Çünkü ölüm peşinizdedir.”
Kaynaklar:
--------------------
1) Müjdeci Mektûblar
cild-1, sh-216
2) Tam İlmihâl Se’âdet-i
Ebediyye sh-1008
3) Câmi’u
kerâmât-il-evliyâ, cild-1, sh-387
4) Hilyet-ül-evliyâ cild-6,
sh-149
5) Risâle-i Kuşeyrî,
sh-379, 687, 720
6) Tehzîb-üt-tehzîb cilt-2,
sh-189
7) Tezkiret-ül-evliyâ sh-33
8) Keşf-ul-mahcûb sh-208